Kimler?

Mucizeye Yolculuk






~Hayat hikayemizi okumak isterseniz sayfayı inmeye devam edin lütfen~

=======


 Yuuka & Maya & Strong Wings Gökhan




 Yuuka
10 Eylül 1974’de Japonya'da doğdum. Çocukluk ve gençlik yıllarımda büyük korkum ve sıkıntım anlaşılmamak ve kabul görmemekti. O bunaltıcı his üniversite çağına geldiğimde zirve yapmıştı. Ressam olmak istiyordum. Ailem maddi, manevi gayretleriyle beni güzel sanatlar üniversitesine yazdırmıştı. Hayatım bu noktada üçüncü gözümün ani açılışıyla ortaya çıkan, kontrol edemediğim psişik yeteneklerim yüzünden allak bullak oldu. Yollarda, bahçelerde, binalarda, umulmadık an ve yerlerde bedensiz varlıkların amaçsız, kederli ve ürkütücü süzülüşlerini gördüm. Bunun mantıklı bir açıklamasını bilemediğim ve derdimi kimselere anlatamadığım için derin bir depresyona düştüm ve akıl sağlığımı tümüyle yitirmekten korktum.  Üniversitede derslere dikkatimi veremez olmuştum. Ailem, ne istediğini bilmeyen, yalnızca şımarıklık ve sorumsuzluk eden kızlarının kısıtlı maddi kaynaklarını sömürdüğünü düşündü. Anlaşılamıyordum. Çare bulabilmek için bir psikologla görüştürdülerse de sinirlerimi yatıştıracak haplardan başka bir şey edinmedim.

Beni benden başka kimse kurtaramazdı. Birşeyler yapmalıydım. Cebimde yok denilecek kadar az bir parayla, uzak bir tanıdığın tanıdığı olan, bir rahibe annenin ev sahipliğini yaptığı kiliseye gittim. Bu rahibe anne intihara meyilli, akıl sağlığını yitirmiş insanları evine misafir kabul ediyor, onlara koşulsuz sevgi ve merhametle yaklaşarak hayata geri getiriyordu. Aşk ile pişirdiği yiyecekler insanlar için şifalıydı. Bense yedikçe çıkartıyor, onun veya Tanrı’nın sevgisini içime alamıyordum. Yine de şifalı dokunuşlarının uzun vadede etkisini gördüğümü kalbimle biliyorum. Ayrıca beni olduğum gibi kabul edip hak vermesi, aileme de kızmış olması içimdeki acıyı bir nebze dindirmişti. Yanında üç ay kadar kaldıktan sonra evime geri döndüm.

Herşey bıraktığım gibi anlayışsız ve bunaltıcıydı. Yarı zamanlı işlerde çalışarak biraz para topladım. Hurda denilebilecek bir kullanılmış bisiklet edindim. Sırt çantama birkaç parça kıyafet ve bir uyku tulumu sığdırıp, sessiz sedasız ve habersizce evden ve okuldan ayrıldım. Belki bensiz daha mutlu olurlardı…
Hayatımın en zorlu yolculuğuydu. Güneye doğru sürdüm. Yağmur, çamur, açlık, depresyon; orman içlerinde ve sahillerde kamp yaparak konaklamalar... Hiç umudum yoktu. Nereye gideceğimi, ölüp ölmeyeceğimi, hayatta kalırsam nasıl geçineceğimi bilmedim. Ressamlık yitip gitmekte olan bir hayaldi. Bu yolculuk kazasızca üç ay sonra sona evimde sona erdi. Henüz sıkıntılarımı çözememiştim. Aileme yolculuklarıma devam edeceğimi ve düzelebilmemin tek yolunun bu olduğunu anlattım. Kabul ettiler. Yine yarı zamanlı işlerde çalışarak para biriktirdim ve bu defa bir motosiklet edindim. 

Kuzey’e doğru yola çıktım. Bisikletten daha kolay ama daha tehlikeliydi. Birkaç kaza atlatıp, yara ve berelerimle kuzeyde bir otele vardım. Çalışıp daha büyük bir yolculuğun parasını biriktirdim. Ruhani arayışların efsanevi ülkesi olan Hindistan'a gitmeye karar vermiştim.

Hindistan, Nepal ve Tayland'da tam bir yıl süreyle dolaşarak cevaplar aradım. Karşıma çıkan ruhani yoldaşlar ve öğretmenler bana meditasyon yapmayı öğrettiler. Nepal'de yanlarında kaldığım Budist rahipler bana aklımı yitirmediğimi, duru görü ve duyu denilen psişik yetenekleri, yani ruhlar alemini görmek ve duymak olarak bilinen yetenekleri kontrol altına alarak hayırlı işler yapabileceğimi anlattılar. Artık karşılaştığım ruhlardan korkmuyor ya da onlara acımıyordum; onlara karşı herhangi bir his duymuyordum. Onların bir nedenle özlerine dönememiş, arafta sıkışmış ruhlar olduklarını öğrenmiştim. Özlerine dönebilmeleri için dua ettim ve ayrılışlarını izledim. Aklım bir nebze olsun düzene girmişti velakin hala ressamlık hayali sona ermiş, hayatın kurbanı hisseden bir genç kızdım. Ülkeme dönüp yine para biriktirdim. Bu defa Hawaii'ye gittim.

O ülkenin kuvvetle beni çağırdığını hissetmiştim. Doğru hissetmişim. Bir doğa tapınağında, adanın tanrıçası olan Pele'ye dua edip yardımını ve yol göstericiliğini davet ettiğimde bana cevap verdi:
"Sen bir ışık işçisisin. Uyuyan ruhlara, hastalara ve karanlık olanlara ışık getireceksin. Şimdi ülkene geri dön. Yolun tamamen açık."
Bu mesaj kulaklarımda, aklımın içinde ve en çok da kalbimde defalarca tekrar etti. 24 yaşımdaydım. Geçmiş yaşam deneyimlerim vizyonlar olarak olarak geri dönüyordu. Farklı hayat deneyimlerinde şaman, akupunkturist, şifacı kadın olmuş, çoğunlukla toplumun dışında kalmış, bazen de farklılıklarım yüzünden cezalandırılmıştım. 

Kendimi olduğum gibi kabul edebilmem üç senemi daha aldı. Bu süre içinde ruhani toplantılara, seminerlere, eğitimlere katılıp, Reiki, Reflexology ve çeşitli şifa sanatlarını öğrenmiştim. Bir masaj evinde tam zamanlı olarak çalışıyordum. Bir taraftan da ifade edilememiş yaratıcı enerjiyi ortaya çıkarabilmenin yollarını arıyordum. Müzik guruplarında solistlik yaptım. Partilerde ve etkinliklerde şarkı söyleyip dans ettim. Ancak sesim de dansım da sanki bu dünyaya ait değildi ve bazı insanların yargılayan, anlamlandıramayan gözlerini üstümde hissediyordum. Söylediğim şarkıların sözleri Japonca veya bilinen herhangi bir dünya dilinde değildi. Anlaşılmama, kabul görmeme ve yalnızlık hisleri peşimi henüz bırakmamıştı. Daha doğrusu ben onları henüz bırakmamıştım.

Kendimi ruhani dönüşüme adadım; disiplinle kendi üstümde, içimde çalıştım.
27 yaşımdaydım. Verdiğim ruhani tavsiyeler ile yardım görmüş ve hatta fiziksel hastalıkları ve ağrıları enerji dokunuşlarımla şifalanmış dostlarım kulaktan kulağa tanıdıklarına benden bahsetmeye başlamışlardı. Söz aldı başını gitti. Benden yardım almaya gelen kimseler bana para vermeye başladılar. Böyle kendilerini daha iyi hissettiklerini söylüyorlardı. Tanımadığım insanlar; kimileri çok uzaklardan gelip beni buluyor ve benden şifa seansı istiyordu. Tokyo'nun merkezi bir bölgesinde ev kiraladım ve uzun bir süre şifa seanslarıyla yoğun olarak meşgul kaldım.

Verdiğim her şifa seansı sonunda kendimi biraz daha kabul ettim, öz güvenim gelişti. Ben tuhaf biri değildim. Bu yaşam benim normalimdi. Hindistan'a yolculuklarımı sürdürüp, orada Yoga öğretmenliğini edindim. Daha önce garip karşılanan dans ve seslerimi topluluk önünde sergilemem için artık davetler alıyordum. Beni tamamen anlayan, dans ve ses kanallığımın enerjisiyle şifalanan insanlarla çevrilmiştim. Artık resim de yapıyordum; meleklerin, rehber ruhların, ilahi ışığın tüm tonlarının resimlerini...
Ailemle ilişkilerim şifalanmıştı. Onlar da beni olduğum gibi kabul edip seviyorlardı. Kendime karşı tutumum değiştiğinde dünyanın bana karşı olan tutumu da değişmişti.

37 yaşıma gelmiştim. Son yıllarda içime kuvvetle doğan bir hissi takip ederek İngilizce öğrenmiştim. O ses ruh eşimin bir Batılı olduğunu ve Hindistan'da karşılaşacağımızı söylüyordu.

15 Ocak 2012 Pazar sabahı, Hindistan'ın Pushkar isimli derince ruhani bir kasabasında, sabah kahvaltısını etmek için bir meyve suyu dükkanının önünde durdum. O’nu gördüm. Enerjisi perileri andırıyordu. Başını kahvaltısından kaldırarak yüzüme baktı ve gülümsedi.

















Strong Wings Gökhan



24 Eylül 1979' da İstanbul'da doğdum. Annem, babam üstüme düşmüşler; hem sevgilerinden hem de benden bir yıl önce doğan abimi kaybettiklerinden. Küçük prensleri olmuşum. Yokken giydirmiş, doyurmuş, yokken oynatmışlar ve beni çok sevmişler. Sevginin koşulsuzluk ve sonsuzluk halini tatmışız birlikte. İnsan büyürken unutuyor o hali…

Kendimi bilmeye başladığım yaşımdan itibaren hatırladığım, gemilerde çalışan babamın çok uzun zamanda bir eve döndüğüydü. Annemle çok vakit geçirirdik. Birlikte yatar, kalkar, birlikte tavuklarımızı besler, ders çalışır, okula giderdik. Annemin sonsuza dek küçük prensi olarak kalmak isterdim. Beni takdir etmesini, benimle övünmesini, beni anlatmasını, bana bakmasını, beni sevmesini, benimle ilgilenmesini çok severdim. Bu duygunun bağımlısıydım belki. Hiçbir derse gerçek bir ilgim ve sevgim olmadığı halde, çok çalışır, ezberler, çok gayret gösterip yüksek notlar alırdım. Annemin benim için hayal ettiği yüksek mertebeli, iyi paralı bir işe de neden ihtiyacım olacağını hiç anlamazdım. Bana, ne olacaksın büyüdüğünde diye sorulduğunda, simitçi olucam diyormuşum. Çalışkanlığımın bir sebebi annemi mutlu etme isteğim, bir sebebi ise mecburiyetimdi. İlkokulda ezber gücümün yüksek olduğu anlaşılmış, ulusal günlerin toplantılarında okumam için uzun uzun şiirler ezberletilmişti.
Ezberleyemediğimde, hata yaptığımda, ödevimi bitiremediğimde, bir sınavda sınıfın en başarılı öğrencisinin gerisinde kaldığımda, o iftihar söner ve bazen de cezaya dönüşürdü. İftiharın sonsuz ve koşulsuz olmadığını sanırım çocukluğumda anlamaya başlamıştım. Peki sonsuz ve koşulsuz olan bir şey var mıydı? Öyle birşeyi daha önce tatmış mıydım? O bilinmez şeyi özlüyordum. O şey bazen çok ateşli olduğum gecelerde rüyama girerdi. Sonsuz büyüklüğünün içindeki sonsuz küçüklüğümü görüp dehşete kapılırdım. Rüyanın etkisi geçtikten sonraysa yine bilinçsiz bir özlemle özlerdim.

(…Hiçbir fiziksel realitenin yansıtamadığı, dolayısıyla o yönde ifade bulamayan kutsal sonsuzluğunun, materyal alemin sonzuz küçüklüğünün zırt deliğinde saklanması durumu…Onu özlemek, onu gördüğünde ondan korkmak hali…)

Ben ruhu yokmuş gibi davranılan, fiziksel özellikleri ve aklının belli konulara yatkınlığıyla değerlendirilen, yatıştırılan ve yarıştırılan sayısız çocuktan biriydim. Ezberci, sığ ve gri bir eğitim sisteminin içine sıkıştırılmıştım ve ona bir şekilde uyum sağlayarak inek diye tabir edilen çocuklardan olmuştum. İzmit’in köylerinden İstanbul’a taşındığımızda gözlerim daha büyük bir özgürlüğe uyandı. Yaz tatillerinde bisikletime biner sokak sokak kaybolur, maceralara gider, akşama dek yolumu, evimi yeniden bulurdum. Okul dönemlerindeyse pencereden oynayan çocukları izler, odama ezberlenecek din, fen, tarih, coğrafya kitaplarına geri dönerdim. Bütün çocuklar gibi oyuna doyumsuzdum.

Ne kadar uysal bir çocuk deseler de, hatırlıyorum; ergenliğime öfkeli girdim. İşte tam o dönem kayıp kuşağın öfkeli Grunge Rock solisti Kurt Cobain ve gurubu Nirvana ile tanışmıştım. Sanki şarkıları damarlarımdaki uyuşuk kana, dinamik yeni bir enerji katılıyordu. Ne dediklerini anlamıyordum ama adını koyamadığım her hissimi haykırarak ifade ettiklerini seziyordum.

Bayram harçlığımla bir gitar aldım; 2 ayda çalmayı öğrenip Taksim’e çıktım. Sokakta Nirvana şarkılarını çalıp söyleyerek para kazandım, içki ve sigara içtim. Yaşım 14’tü. Nasıl becerdiysem iki birbirinden farklı karakteri 18 yaşıma dek bir arada götürmeyi başarmıştım. Uslu, çalışkan, olgun Gökhan ve sokak müzisyeni, asi, aşık, aklı bir karış havada Gökhan. (Asi derken usludan asi yani.) İki hayatım vardı. Taksime çıktığımda tinerci çocuklar bile beni tanır, artık kılıfımın üstünden para aşırmazlardı. Rock barlarda da genellikle yaşıma aldırış edilmez olmuştu. Okulda ise bir öğretmenle başbaşa vermiş, bir matematik sorusunun cevabını tartışırken görünebilirdim. Olagelmiş olana zıt bir kutup yaratmak, sanırım yaşadığımı hissetmenin bir yoluydu. Ya bu gri buluta tamamen teslim olmuş olanlardan olsaydım? Çok şükür.  

Taksim’in en arka sokaklarını dahi gördüm ve ölüm yakınlarımdan yürüyüp geçti; başkalarını buldu. Genç bir kadına aşık oldum. Onunla birlikte nefes alıp verdik; yaşadığımızı birlikte hissettik; birbirimize yoldaşlık ettik. Sokak, aşk ve  müzik Taksim’den başka diyarlara doğru taştı. Yaz tatillerinde benzer tonlardaki arkadaşlarımızla sırt çantalarımıza çadırımızı takıp yollara düşer, otostopla uzak dağlara, vadilere, sahillere, şehirlere giderdik. Kayıp jenerasyonun ulusal marşı olmuş şarkıları çalıp söylerdik sokaklarda. Yolda ülkesini, dinini hatta kendini aşmış insanlarla tanışırdık bazen. Üstleri başları uzun yolculuklarından yıpranmış, yüzleri gülen, cepleri boş, kalpleri geniş, yolcu insanlardı onlar ve bize daha da büyük realitelerin ve özgürlüklerin ilhamlarını verirlerdi. 18’imde, daha da uzaklara gitme isteğiyle, gemi kaptanı olmak için, Kıbrıs’a, ünüversiteye gittim. Bu ani kararda, aşık olduğum yoldaşın sevgisinin de sonsuz ve koşulsuz olmadığını anlamış olmamın itici gücü vardı. Taksim beni bir tekmeyle dışına atmıştı. Kurt Cobain de ölmüş, artık bu dünyadan ayrılmıştı. Denizci babam gibi uzak ülkelerin limanlarında maceralar yaşayabilir, tehlikenin sınırında yürüyebilirdim. Tabii korkuyordum. Yaptığım her şeyi yapmadan önce korkmuştum. Sokakta ilk kez gitar çaldığımda, ilk otostobumda, ilk kez dışarda uyuduğumda...

Uzamış saçlarımı usturaya vurdurdum, beyaz ünüformalar giydim. Benliklerimden biri olan özgür Gökhan, kendine göre bir arkadaş gurubu buldu; yaratıcı, eğlenceli, gülen, düşünen, düşündüren, hisseden, hissettiren, bazen içen, birbirine kardeşlik yapan, hayal gibi bir guruptu. Mecbur hissettiği yolu yürüyen Gökhan’sa eğreti şekilde Denizcilerin erkek düzeninde yerini aldı. Bir de üçüncü bir ben vardı ki o hepsinden ilginçti. Bir çadır, bir uyku tulumu ile fırsatını bulduğunda yalnız yolculuklar yapan, ıssız sahillerde ateş yakıp, şarap içen, ben nasıl geldim bu dünyaya diye kendi başına cevap arayan Gökhan. Bu dünyalar arasında yaşayıp giderken dişimi iyi sıkmış, bir yığın sertifika, ehliyet, pasaportlar, defterler, ve uzak yol vardiya zabiti diploması edinmişim.
24. yaşımda, kim olduğunu ve hayat amacını bilmeyen toy bir insan olarak, elimde dünyanın takdir ettiği bir çanta dolusu kağıt parçasıyla, büyük bir şirketin okyanus aşırı yük gemilerinde işe başladım. Herşey ölesiye gözümü korkutuyordu; hem de bütün benlerimin gözünü… Disiplinli gemi zabiti bir ben vardı; alkolik ve depresif ben vardı; karanlık boyutları kendi kendine yazan ve okuyan bir ben vardı; okyanusla, havayla, kuşlarla konuşan bir ben vardı; ailesini özleyen ben, kendince filozof bir ben, kendine acıyan bir ben, başarılarıyla gurur duyan bir ben, özgürlüğü özleyen bir ben, besteler yapan bir ben… Hepsi bir ve hepsi birbirinden ayrıydı.

Okyanuslar, fırtınalar, balinalar, takipçi yunuslar, meraklı göçmen kuşlar, gün doğumları, gün batımları, yıldızların sonsuzluğu ruhumun derinliklerine güzel dokunuşlar yaptı. Asker emeklisi, kontrol takıntılı, hatta psikopat kaptanlar da bilincimin ayrı derinliklerinde izler bıraktı. Brezilya’nın madenlerini çocuk işçilere karın tokluğuna soyar gibi çıkarttırıp taşıdığımızı farkettiğim an ayrı bir iz oldu. Bir balinayla çarpıştığımızda onun kanının geminin etrafını sarması ayrı bir iz. Sabaha kadar içilen geceler ayrı… Denize atlayarak intihar eden gemi arkadaşım ayrı bir iz. Karanlık limanların karanlık arka sokak barlarında yaşadıklarım ayrı izler. Saflığımı yitirmekte olduğum hissi ayrı… Yaşadığım akıl problemleri ve antidepresan deneyimi ayrı… Delirme korkusu ayrı…Sigarayı yer gibi içerken Çin Denizin’de yüzlerce balıkçı teknesi arasında yaptığım manevralar ayrı bir iz. Hayatın amacını sorguladığım ve ben kimim diye sorduğum karanlık okyanus geceleri ayrı…

Mucizeler oluyor; bana oldu.
Tonny Night Eagle, Kıbrıs’ın Beş Parmak Dağlarında, bir gün batımı vakti, kartal tüyü ile tatlı çimen otu dumanını üstüme süpürüp, Çeroki (Cherokee) dua şarkılarını söylediğinde, ruhumun uyanışının seremonisini yaptığını bilmiyordum. Bunu şimdi anlıyorum. Bir süre için fiziksel bedenimi hissedemez olmuş, gökyüzünde bir kartal olup uçmuştum. Hatırladığım, beni dünyaya ve ayaklarımın üstüne geri getiren çağrısı şöyleydi:

‘Strong winds for the Strong Wings’…
‘Güçlü kanatlar için güçlü rüzgarlar’…
Bilincim yavaş yavaş olduğum yere dönerken kulağıma ne fısıldadığını anlamaya başladım.
‘Your name is Strong Wings’
‘İsmin Güçlü Kanatlar’

Tonny Night Eagle kimdi, nasıl tanışmıştık ve bu seromoni anına nasıl varmıştık? Ayrı hikaye…

Tonny, Kurt Cobain gibi hayatıma tam zamanında giren ilham kaynaklarından biriydi ve benim için Tanrı’nın mucizesiydi.

Strong Wings isminin bana neden verildiğini bulma arzusu ruhani arayış yolumun başlangıcı oldu.
30 yaşımda, gemide 6. Yılımdaydım. Tonny’nin bana verdiği kartal tüyüne dokunma hakkını kendimde görmüyordum. Kendimi tamamen kaybolmuş ve kirlenmiş hissediyordum.
Balçığın ortasından çıkan nilüfer çiçeği gibi, o karanlığın ortasında bir ilham ışığı geliverdi. İlham bana 4 ay boyunca bir hikaye yazdırdı. Adı Gaak ve Baap oldu. Karga sesi gibi ‘gaak’ ve korna sesi gibi ‘baap’. Konusu neredeyse yalnızca benim anlayabileceğim kadar karışık olan hikayenin özünde, ruh eşi olan Gaak ve Baap hem rüya aleminde hem de uyanıklığında, hem ruhlar aleminde hem de madde aleminde birbirlerini arar ve sonunda kavuşurlar. Maya isminde de bir kızları olur. Baap kırmızı kimono giymektedir ve çaldığı sihirli flüdüyle Gaak’ı şifalandırır, ona ruhani öğretmen olup unuttuklarını hatırlatır. Birbirlerinin aynalarına bakarken Tanrı ve Tanrıça olurlar.  







33 yaşımda, deniz hayatının 9. yılında 9. gemimdeyken bardağım taştı.
“Hayır, artık bunu yapmak istemiyorum diye haykırdım.” Gemi hayatı, ruhumun bitirmek istediği bir realiteydi.
Şüphelerin ve korkuların fısıltıları kulağımdaydı:
“Peki bunu yapmazsan ne yaparsın Gökhan? Senin neyinle iftahar edilir o zaman?”

Son gemimden ayrıldıktan sonra, bir dağ evinde kalarak bir süre geleceği düşündüm. Orada, Gaak gibi yollara düşmeye karar verdim. 11.11.2011’in 11:11 saatinde Yaratan’a yalvardım :
 “Yaradanım lütfen bana bir mucize ver. Özümü arıyorum, hayat amacımı arıyorum, ruh eşimi arıyorum. Lütfen bana yol göster.”

Kitaptaki Gaak’ın takip ettiği rotayı takip ederek önce İran’a, sonra da Hindistan’a gittim. Tıpkı onun yaptığı gibi hayat amacımı ve ruh eşimi arayarak yol aldım. Tabii hikaye kahramanı Gaak’ın yaşadıkları bambaşkaydı ama yolculuğumuzun içinde farkettikçe beni sarsan büyük benzerlikler de oluyordu. Mesela Gaak’ın yaptığı gibi iç sesimi dinliyordum. An ve an ne yapmam gerektiğini, hangi yöne yürüyeceğimi, hangi araca binip hangisine binmeyeceğimi, duracağımı ya da devam edeceğimi içsel bir ses olarak, özümün sesi olarak algılayıp yerine getiriyordum. Anda yaşıyordum, anda kararlar alıyordum. Her şey andaydı. Doğru anda, doğru yerde olduğumu hissettiren pek çok işaret çıkıyordu karşıma. 11:11 ve 4:44’ü her gün ve bazen şaşırtan yönlerde görüyordum. Otobüs koltuğunda yanıma oturan kişi telefonunu çıkartıp, benim göreceğim şekilde açıyor ve gözüm bir an takılıp saatin yine ve tekrar ve tekrar 11:11 olduğunu görüyordum. Sıkça bu anı yaşamıştım hissine kapılıyordum. Her sabah ada çayı dumanı ile tütsülenerek kendimi arındırıyor ve aynı duayı ediyordum. “Yaradanım, bana yol göster.”

Ruhani arayıştaki yolcuları, Hindu Hacıları ve saduları, etrafında pervane böcekleri dönen bir ışık kaynağıymışçasına kendine çeken, binbir boyutlu şehir Pushkar’a varmış-vardırılmıştım. Bu küçük şehrin sokaklarında yürürken, kutsal gölün etrafında tavaf ederken, Brahman’ın tapınağında otururken, gün batımında çalan davullara kapılırken, her an O (Baap- ruh eşim) çıkıp gelecekmiş gibi bir hisse kapılıyordum. Kollarımdaki tüyler diken diken oluyor, gözlerim yaşarıyor, görebilmek umuduyla etrafıma bakınıyordum. Birbirimize çok yakın olduğumuzu hissediyordum. Bu his nedeniyle Pushkar’dan bir türlü ayrılamıyordum. Artık bunun benim bir saplantım ve yanılgım olduğunu düşünüp ayrılmaya karar verdiğim bir günün sabahında; tam olarak 15 Ocak Pazar sabahı, yani yolculuğumun 46. Sabahında bir sokak üstü sandelyesinde oturmuş kahvaltımı ederken, önümde durarak güneşimi kesen uzun boylu kadının yüzüne baktım gözlerimi kısarak.
33 yaşımdaydım. Beklediğim ve aradığım mucize karşımda duruyordu. O anda bunun bilincinde değildim.



YUUKA: Perileri andıran enerjisini duyduğumda merakla önünde durdum. Garip olmayacak bir başlangıç cümlesi düşündüm. Ne yiyorsun, dedim. Meyva salatalı müzli, sana da tavsiye ederim, çok lezzetli, dedi. Tanışma sohpetini akışa bıraktım.
---

Bir süre, sessizce kahvaltı ettik. Sonra yolda tanışanların yüzeysel sorularıyla, isimlerimizi, memleketimizi, yolculuğumuzun geldiği ve uzandığı yönü konuşarak birkaç on dakika geçirdik. Aklım çantamı toplayıp Pushkar’dan ayrılmak fikriyle öylesine dolu ve hareketliydi ki, kalbimi duyamıyordum. Yuuka’ya yolculuğunda ışık ve mucizeler diliyerek ayrıldım.

Günü arkadaşlarıma veda ederek, ufak alışverişler yaparak geçirdim. Çantamı topladım, otobüs biletimi aldım. Ayrılma telaşımı gerekli hazırlıkları yaparak sakinleştirmiştim. Akşam yemeği için otelimin lokantasına girerken, karşıma, 1 ay kadar önce, binlerce kilometre uzakta bir yerde karşılaştığım ve izini kaybettiğim, İtalyan kadın çıktı. Birbirimizi heyecan ve mutlulukla kucakladık. Birbirimizi nasıl kaybettiğimizi ve yeniden bulmamızın ne büyük bir mucize olduğunu konuştuk. İkimizin de içinde birlikte vakit geçirme ve birbirini tanıma isteği vardı.
Onunla bir gün geçirmek için kalmaya karar verdim.

Ertesi günü Pushkarın tepelerine yürüyerek geçirdik. Bu birbirimizi tanımak için yeterli bir vakitti. Güzel bir aklı, güzel bir kalbi vardı. O güzel bir insandı. Günün sonunda kalbime sordum. Aradığın kişi O mu?
Cevap çok açık ve netti. “HAYIR”

Bir sokak üstü çayhanesinde oturmuş, bu mucizenin neden vukuu bulduğunu, neden beni yolumdan alıkoyduğunu, neden hala Pushkar’da olduğumu düşünüyordum. Birden Yuuka duruverdi önümde. Şaşırarak, heyecan ve mutlulukla, ‘gitmemişsin’, dedi. Ben de nedenini bilmediğim bir heyecan ve mutlulukla yerimden kalktım, gitmedim diyerek Yuuka’yı karşıladım. Bir çay içmek niyetiyle birlikte oturduk.

Kalpten kalbe konuşmuşuz. Birbirimize hiçkimseye anlatamayacağımız derinlikte ve açıklıkta hayat hikayelerimizi anlatmışız. Yol üstünde uyuyan öküzler, masaya kadar gelip yiyecek dilenen maymunlar, çaycının radyosondan Hint nameleri, çevre masalarda toplanıp toplanıp dağılan insan gurupları, üstümüzden gelip geçen bulutlar, birbirini kovalayan çocuklar, rengarenk kıyafetleriyle kafasında sepetler taşıyarak geçen kadınlar, yolun köşesinde saatlerdir kıpırtısız oturan Buddha heykeli gibi bir Sadhu, bize sahne oluşturmuş kendi oyunumuzu oynamamız için. Ruh gelmiş, dinlemiş, hissetmiş, sezmiş, anlamış, konuşmuş, şifa olmuş, şifa bulmuş, hatırlamış, bilmiş, kutlamış, kutsamış, şükretmiş; 4 saat geçmiş. Sanki bir rüyadan uyanır gibi sohpetimiz sonlanırken O’nu bulduğumu anlamıştım.
  
Zamanın su gibi hızlı akıp geçtiği belki 1 hafta süresince her gün ve gece buluşup bazen göl kenarında, bazen ateş başında, bazen yıldızların bazen de yakıcı güneşin altında sessizce oturduk ya da konuştuk.

Bana bakarken, olduğumu sandığım benliklere değil, özüme bakıyordu. Öz ışığımın ne kadar değerli, ne kadar güzel olduğunu anlatıyordu. Bilgiye aç bir öğrenci gibi dinledim ustamı. Sorular sordum. Ruhları, renkleri, şamanı, Tanrıyı, benleri, ışığı, karanlığı, ataları, gelmişi, geçmişi, geleceği sordum. Aktı sevgi ve bilgi; Gaak ve Baap’ın hikayesinde olduğu gibi. Kırmızı kimonolu Baap, Yuuka’ydı. İşaretleri gördükçe içim kabarıyor ama hiçbir şey söyleyemiyordum. Baap sihirli flüdünü çalarak Gaak’ın yaralarını şifalandırıyordu. Yuuka da batan güneşin önünde flüdünü çalarak varlığımı uyandırdı, şifalandırdı. Bu olanlar hep mucizeydi.





Bana on gün sürecek bir Vipassana inzivasına katılmamı tavsiye etti. Kanallığıyla iletilen şifalı enerjilerin sindirilebilmesi için bolca meditasyon yapmalı ve dinlenmeliydim. Hemen tren biletimi alıp, uzak bir şehir olan Rishikesh-Dehradun’a gittim. Anlaşmamız bu yolculuğumun bitiminde yeniden buluşmak üzereydi.

Alkolle vedalaştığım uzun bir gece sonunda, yarı sarhoş olarak inziva mekanına vardım. Vipassana, varlığı fiziksel ve duygusal seviyede gözlemlemeyi öğreten, Buddha’nın ilahi hakikate ulaşırken kullandığı meditasyon tekniğidir.

On gün boyunca günde dokuz saat meditasyon yaptım. Konuşmanın ve göz temasının yasak olduğu bu sessizlik, çocuksu heyecanımı dinginleştirdi, ruhumun sesini duymama yardımcı oldu. Deneyimsel olarak, zihnim ve bedenimle her şeyin geçiciliğini kavradım. Saatlerce ağrıyan sol dizimi tepki vermeden kabulle izlediğimde fiziksel acının ardındaki duygusal ve ruhani bunalıma şahit oldum. Özgür yola direnen, bir sistemin emniyetli alanı içinde kalmayı isteyen zihnime ve onun da tutunduğu endişelerime, korkularıma ve paniğe şahit oldum. Bütün kimlikler ve o kimliklerin tutunduğu bütün duygular gelip geçici. Ben izledikçe bedenimin özellikle sol tarafı hafifleşti, çözüldü. Anlatması zor, yalnızca içsel olarak hissedilebilir fiziksel değişimler yaşadım. Duygu yükümün ağır paketlerinden birini orada serbest bırakmaya başladım. Bu boşalım bir süre daha devam edecekti. Böylece hayatımın yeni basamağına tırmanabilmek için hafifleşmeye başlamış oldum.

 Rishikesh’in Ram Jula bölgesinde, patikanın ormanlara meylettiği son noktada ‘Last Chance Guest House’ (Son Şans Misafirhanesi) isimli bir yatakhane pansiyonuna yerleştim ve Yuuka’ya email yollayarak nerede buluşacağımızı sordum. ‘Beni orada bekle’ dedi. “Ben geliyorum”.

Son Şans Misafirhanesi’nde kalacak olmamızın, yollarımızı birleştirmemiz için ilk ve son şansımıza işaret  ettiğini sezdiğimde hem mutluluktan hem de korkudan bir titreme ve ağlama aldı beni. Bütün gece boyu çeşitli hisler içinde kıvrandım ve düşündüm. Yuuka ertesi gün gelecekti. Ona bunu nasıl anlatacaktım?
“Yuuka evlen benimle, çünkü son şans misafirhanesindeyiz”, böyle mi diyecektim(?)…
Belki ben deliyim…
Ya O da benim gibi deliyse, evlenelim derse…
Yeni baştan bir hayat kurmak, ruhuma işkence eden gemi hayatını arkamda bırakmak istiyorum…
Peki ne iş yaparım? Hem ailemi bırakıp nerelere giderim?

Sol dizimin ağrısı azmıştı. Düşünceleri susturup acımı dinledim. Geleceğe doğru uzanan sol bacağımın dizi, içsel bir tutulma nedeniyle acıyordu. Zihnim dizimi kilitliyor, içindeki sıvıları kurutuyordu.



Yuuka geldi. Bir hafta sonra ülkesine dönecekti. Çok sakindi ve benimle konuşmak için hiç acelesi yoktu.

İlk gün, Tibetlilerin dükkanından 2 singing bowl (ses çanağı) satın aldık. Dua ederken kullanılan bu müzik enstrümanlarını bana tanıtırken nasıl bir uyanışın başında olduğumu görüyordu. Onları sanki yüzlerce yıl önce kaybettiğim parçalarımmış da yeniden bulmuşum gibi derin hisler ile ellerime aldım. Ganj nehri kenarında oturduk ve Tibet çanaklarını çaldık. Çıkarttığımız bildiğim hiçbir dile ait olmayan sesler ile çanakların spiral sesine katılarak kendimizden geçtik. Ses nehrin üstünde bir girdap gibi dönüyor, her şeyi içine alıyordu. Bu neydi, şarkı söylemek miydi? İnsanoğlunun unuttuğu ya da hiç bilmediği bir dili mi konuşmuştuk? Aşkın göz yaşları akmıştı.

Bittiğinde Yuuka: ‘Kanatların açıldı’ dedi. Bu bilgiyi nasıl karşılayacağımı bilemedim. Hakketmediğimi düşündüğüm için Strong Wings ismini Yuuka’ya söylememiştim. Hayatım gerçek dediğim sert gemi güvertesinden ve alkol şişelerinden elle tutulup gözle görülemeyen, hayal gibi, rüya gibi bir gerçekliğe doğru kum saatinden düşen kumlar gibi akıyordu. Alis’in Harikalar Diyarı’ndaydım sanki. Kanatlarımı da dolayısıyla zorlanmadan kabul ettim.

YUUKA: Daha önce farklı ruhbanlar ve şifacılarla birlikte ses ile şifa çalışmaları yapmış ama hiçbiriyle öylesine bir sessel ve özsel bütünleşme yaşamamıştım. Seslerimiz uyum içinde birbirine eridiğinde ilahi ışıklar üstümüze ve Ganj nehrine yağdı; kutsanıyorduk. Aradığım kişinin o olduğuna dair şüphem kalmamıştı. Hindistan’da tanışıp hayatımı birleştireceğim batılı O olmalıydı. Onun aurasında (ruh bedeninde) kanatlar açıldığını gördüm.

Son akşamımızda ilk kez el ele tutuştuk. Ayaklarımız ganj nehrine değerken, birbirimize karıştık. O bendi ve ben O; dağlar ve nehir, insanlar ve ağaçlar, yıldızlar ve tüm evren… Herşey birdi. Hayatımda ilk kez hissettiğim bu yoğun birlik hissi bana dualarımın kabul olduğunu söylüyordu.

6 Mart 2012, Yuuka’nın Hindistan’daki son günü olacaktı. Çok şey hissetmiş ama yollarımızı birleştirecek konuşmayı yapmamıştık.
Son geceyi, konuşamamanın verdiği bunalım içinde boğazım şişmiş olarak geçirdim. Sabaha kadar öksürdüm. Üstüme sardığım ince pikeyle zayıf bahçe ateşinin etrafında topallayarak saatlerce döndüm. Yağmur atıştırdı, ateş söndü. Dönmeye devam ettim. 2 ihtimal görüyordum önümde. Ya eski hayatıma kaldığım yerden devam edip gemilere dönecektim ya da yepyeni ve bilinmez bir yöne doğru Yuuka ile birlikte yürüyecektim. Bunun ortası yoktu. Yani eski ve yeni hayatımı birbirine karıştırmamın imkanı yoktu. Bariz bir yol ayrımıydı. Ömrümde bu kadar boğaz acısı duymamıştım. Sanki boğazımı yılanlar sıkıyor akrepler sokuyordu. Sol dizim buz gibiydi ve ısınmıyordu. Saatler geçmek bilmiyordu. Sönmüş ateşin başında defalarca kez aynı karanlığın içine düşerek döndüm. Ruhumun en karanlık gecelerinden biriydi. Sabahın ilk ışıklarıyla sanki uzun bir rüyadan çıkmışım gibi hissettim. Bahçedeki ıslak gitarı elime alıp gönlümden akanlar ile bir beste yaptım. Sözler ve sesler düşünce yetisini zaten kaybetmiş olan aklımın ötesinden akıyordu. Sanki artık müdahele etmek istemiyordum.

Öğlen vakti, o hafta içinde birkaç defa gidip çatısında oturduğumuz, Beatles Ashram olarak bilinen, ormanın yuttuğu terkedilmiş bir binaya gittik. Binanın çatısında pagoda denilen meditasyon için yapılmış küçük kubbeli yapılar vardı. Uzay gemilerine benziyorlardı. Altında oturduğumuz kubbeye Sirius Uzay Gemisi adını takmıştık. O ziyaretlerimizin birinde Yuuka, Sirius yıldızında yaşamın var olduğunu, bilincimizin bir boyutunun bu vakitte orada da var olduğunu ve orada da birlikte olduğumuzu, dahası bir nevi evlilik içinde olduğumuzu söylemişti.
O gün de sirius uzay gemisinin içinde oturduk. Şarkıyı orada çaldım ve söyledim:

“Yıldızların çocuğu Yuuka, Yıldız Çocuk Yuuka,
Bütün ömrüm boyunca seni aradım
Sevginin ne olduğunu arıyordum
Huzurun ne olduğunu arıyordum
Uyumun ne olduğunu arıyordum
Hepsini sende buldum, senin yanında buldum, senin etrafında buldum

Şimdi ayrı ayrı, sen kendi yoluna gidersen…
Şimdi ayrı ayrı, ben kendime yoluma gidersem…
Bu anlamlı gelmiyor, anlamlı gelmiyor, taşlar yerine oturmuyor…
Bir şey yapmalıyız, birşeyler yapmalıyız, birşeyler…

Yıldızlarda aşk yaşadık
Kaç yaşam daha beklemeliyiz?
Kaç yaşam boyu daha aramalıyız?
Lütfen lütfen lütfen evlen benimle”

Kubbenin dışına çıkıp sessizce elele oturduk. O anda zaten evli olduğumuzun, yani ruhlarımızın birbirine kavuşmuş olduğunun bilincindeydik. Karanlık bulutlar vardı yağmur taşıyan; aralandılar ve üstümüze güneşin ışığı dar bir huzme olarak indi. Sonra yüzlerce kargadan oluşan bir karga ailesi gelip üzerimizde dönerek gakladı. Kargalar Gaak’a veda ediyorlardı. Gaak hizmetini doldurmuştu. Şükranla bıraktım, kargalara karışıp, uçup gitti. Sol dizim ısınmıştı ve ağrımıyordu, boğazım da açılmıştı. Yüzümüze damlayan birkaç damla yağmur ve gözümüzü kamaştıran ışık huzmesi evrenin bizi kutladığını hissettirdi.

YUUKA: O gün çok tuhaf bir gündü. Sabah yataktan ruhlar tarafından kaldırıldım. Yüksek enerjili, sevgi dolu ruhlardı. Odamın içinde enerji havuzunda yüzer gibiydim. Sanki hadi kıyafetlerini giy, çok büyük bir gün bugün diyorlardı. Havada şarkılar ve güzel kokular vardı; periler vardı. “Hadi Hadi, giyin, haydi yürü, haydi dışarı çık, haydi haydi…” Gülüşmeler duyuyordum havada. Rüyadaymışım hissiyle dışarı çıktım. Ne yaşayacağımızı tahmin edebiliyordum. Ruhlar, sesler, kokular, gülüşmeler, biz Sirius Uzay gemisinin içine girdiğimiz ana dek devam etti. Sonra tam bir sessizlik oldu. Gökhan şarkıyı çalıp söyledi. Kavuşmamızı kutladık.




O gün Yuuka ülkesine döndü ve ben yolculuğuma devam ettim. Geriye arayacak ne kalmıştı?

Bunu anlayabilmek için on günlük Vipassana meditasyon inzivasına bir kere daha gittim. Her meditasyondan önce şu duayı tekrar ediyordum:

“Yaradanım, dünyaya ve insanlığa ne verebilirim? Ne hizmet yapabilirim? Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapmamı istiyorsun?”

“Yola devam et” dendiğini hissettim.

İnzivadan sonra gittiğim Varanasi şehrinde yine bir gün batımında ve yine Ganj nehri kenarında ama bu defa tek başıma, Tibet çanağı çaldım. Nasıl doğduğunu anlamadığım melodi ve seslerin tibet çanağından ve boğazımdan çıkmasına izin verdim.

Bittiğinde, 40’larında, temiz yüzlü, beyaz tenli bir adam durdu yanımda. Bana ne yaptığımı bilip bilmediğimi sordu. Söylediğine göre yüksek frekanslı bir enerji ve ruhlar çekiliyordu sese doğru. Niyetimin iyi olduğunu ama yapmakta olduğum şeyle ilgili hiçbir bilgim olmadığını söyledim ona. Bu Ukrayna’lı adam uzun zamandır şifacı olduğunu söyledi. Bana ışık varlıklarından enerji kanalize etmeyi isteyip istemediğimi sordu. İsteğim üzerine, altın ışık, melek enerjileri ve ya Reiki inisiyasyonu verecekti. Karşılığında ise gönlümden gelen bir miktarda bağışta bulunup onun yolculuğuna maddi destekte bulunacaktım.
4 gün, pek çok saat boyu buluştuk. Bana enerjilere kanallığı anlattı, son günde ise isteğim üzerine Melek Enerjilerine inisiyasyonumu gerçekleştirdi.

Böylece Hindistan’a geliş amaçlarımın her biri yerini bulmuştu. Öyle hissettim.

Türkiye’ye döndüğümde aileme işimden ayrıldığımı, ruh eşimi bulduğumu ve bir süre için yeni hayatımı kurmak üzere ülkeden ayrılacağımı en hassas detaylarına kadar anlattım. Büyük bir şok ve üzüntü ile karşıladılar. Sanki onları terkediyormuşum gibi hissettiler. Bana gücendiler. Ben de günlerce bu anın ne kadar zor geçebileceğini düşünmüş ve çok endişelenmiştim. Ailemi çok seviyordum. Bu güceniklikleri kalbimi yaralıyordu. Şifamızı zamana bıraktık ve öyle yaralı ayrıldık o dönem.

Kıbrıs’ın Beş Parmak Dağları’na, ‘Strong Wings’ isminin verildiği o yüksek kayaya gittim. Bir ateş çukuru kurdum; bütün diplomalarımı, sertifikalarımı, denizci pasaportlarımı, eski günlüklerimi, kimi fotoğrafları ve hatıra defterlerini içine attım.
Bunun hayalini, dokuz senelik gemi hayatım boyunca defalarca kurmuştum. İlk ilhamı, ‘In to the Wild’ filminde kimliğini yakan kahramanı izlerken almıştım.

Bu benim için bir özgürlük, bağımsızlık ve Tanrı’ya teslimiyet seremonisiydi. Bu, yavru bir kuşun yuvasından aşağıya kendini ilk bırakışı gibiydi. Senelerdir evinden uzak yaşayan yalnız bir adamdım ama hiçbir zaman kendimi bağımsız bir erkek olarak hissetmemiştim. Ne kadar uzaklara gidersem gideyim, kaç fırtınadan geçersem geçeyim, hep annesinin küçük prensiydim ve döneceğim tek yer evimdi. Oysa artık hayatımın kralı olma vakti geşmişti. Kalbimin pusulası hangi yönü gösteriyorduysa o yöne uçma vaktim gelmişti.

Bu benim hayatım ve ben uçmaya karar verdim, demiştim.

Kuvvetli bir rüzgar esiyordu. Tonny Night Eagle’ın, “Strong winds for the Strong Wings” (Kuvvetli kanatlar için kuvvetli rüzgarlar) duası kulağımda çınlıyordu.

Ateşi yaktım. Sisteme benim kim olduğumu ispatlayan sistemin belgeleri ve daha fazlası ateşin içinde yanarken, ‘ben bunların hiçbiri değilim’ dedim. Sanki o güne kadar ezberime sıkıştırdığım her şeyin ağırlığı üstümden uçuvermişti. Öyle hafiflemiştim ki, ayaklarım yere değmiyordu ne...

Ateşin etrafında uluyarak, neşeli ve çılgın kahkahalar atarak dakikalarca dans ettim. Rüzgar müziğimdi. Varolmanın ve ben olmanın en haklı mutluluğunu, ömrümde deneyimlemediğim kadar coşkulu deneyimliyordum. Kartalın çizdiği gibi sonsuzluk çemberleri çiziyordum eğik dönüşlerimle. Başım yere düşecek kadar dönünceye ve nefesim ciğerlerime yetmeyene dek hoplaya zıplaya döndüm. Sonunda ateşin yanı başına yorgunca yığıldım. Derin nefesler alıp verirken fırtına gücündeki rüzgarların ağaçları eğişini izledim. “Kendimi fırtınaya bırakıyorum”, dedim.





Cebimdeki son parayla Japonya’ya uçtum.

Yuuka ve ailesi beni sarıp sarmaladılar.

Psişik yeteneklerimi ve ses ile şifayı nasıl kullanacağımı öğrendim. Yuuka ile birlikte şifa seanslarına katılarak unutulmuş yetenekleri ve güçleri aktive ettim.
Pek çok hayat boyu özü aramış bir varlık olduğumu anladım ve kabul ettim. Özü arayanlarla yolum kesişti; özümden gelen bilgiyi paylaştım.



Sonra Yuuka’nın hamile olduğunu anladık. Bu her an olabileceğini bildiğimiz kutlu bir haberdi.



Maya

Maya'nın beni ilk kez, 'Gaak ve Baap' ı yazarken ziyaret ettiğine ve bana ilham olan bir enerji verdiğine inanıyorum. O benim ilham perim.

Yuuka'nın hamileliğinden önce Maya'nın enerjisini hissetmeye başlamıştık. O enerji bize evde ve doğal olarak doğmak istediği mesajını verdi. Gerekli araştırma, çalışma ve hazırlığı yapmak için bol zamanımız oldu. Doğum günü geldiğinde, onu Japonya'daki evimizin Şifa odasında bekliyorduk. Odayı mum ışıkları aydınlatıyordu. Yunus seslerinden oluşan bir Reiki albümü çalıyordu. Sabah 04:55'de Maya ellerime düştü. Sanki zaman donmuştu. Bu çok büyüleyici bir andı. Boynuna dolanan göbek bağını serbest bıraktım, ağzını burnunu emerek doğum sıvılarını çıkarttım. İlk kez nefes aldı ve titrek kısa bir ağlamadan sonra gözlerini açtı. Ellerini havaya uzattı ve yakaladığı ilk şey sakalım oldu.  Sonra onu annesinin üstüne bıraktım.  İçgüdüsüyle memeyi buldu ve emdi. Odadaki enerji çok yüksekti. Kurtlar ve kuşlar gibiydik. Çıplak ve özgür.






Maya doğduğu andan beri şifa ve yüksek enerjilerin içinde. Ruhani, sporcu, yaratıcı ve hassas. Kuvvetli bir irade ve merhametli bir kalbe sahip. Sınırları olmayan evrensel bir dünya vatandaşı.
Şarkı söylemeyi ve dans etmeyi çok seviyor.


3 senelik hayat deneyiminde pek çok şifa seansı ve yolculuk gördü. Biz bir yerde uzun süre kalmayan, yolculuk ederek yaşayan, kaplumbağa misali evini sırtında taşıyan bir aileyiz. Maya gezmeyi ve yeni insanlarla arkadaşlık etmeyi seviyor. Yetişkinlerle iletişimi çok iyi olmakla birlikte, seçici.









(Ailelerimiz ve biz - koşulsuz sevgi ve kabul.)


==========




Journey to miracle - Mucizeye yolculuk


Hayatımızın her anı mucize, hayatımızın her anı bir yolculuk.
Mucizeye yolculuk öze dönüş yolculuğudur.



Mucizeye yolculuk, 4 yaşındaki kızlarıyla, 2 kıtada, 6 ay sürecek bir yolculuğa çıkmaya niyet eden şifacı bir ruh eşi çiftin öyküsüdür.

Biz Yuuka, Gökhan ve Maya. Hayattaki motivasyonumuz ve amacımız insanlara içlerinde uyumakta olan sevgiyi, gücü ve özgürlüğü uyandırmaları konusunda ilham olmak. Bunu sanırım yaşayarak yapıyoruz. Kalpten yaşıyoruz; yani kalpten – Ruh’dan - Yaratan’dan gelen arzuyu takip edip, onurlandırarak yaşıyoruz.
‘Mucizeye Yolculuk’ , onurlandırdığımız böylesine bir arzu.

Bir şey daha var…

Biz ‘Ses ile Şifa’ yöntemiyle çalışıyor ve enerjileri sese dönüştürüyoruz.
Mucizeye Yolculuk’un rotası yeryüzü çakraları olarak bilinen yüksek frekanslı enerji merkezlerinden geçecek. O mekanlardaki bilinç arındıran, şifalandıran, yükselten enerjileri, şamanik-evrensel yöntemlerle sese dönüştürüp, kaydedip, ses dosyalarını blog sayfamızdan yayınlayacağız. Böylece uzaklarınızdaki bu enerji alanlarının frekanslarını, kulağınızdan varlığınıza ulaştırmış olacağız.


============ 

Rotamız:

Japonya, Fuji Dağı (Ses ile sayfasına bakınız)
Brezilya, Abadiania ve Alto Paraiso
Bolivya, Uyuni ve Titicaca gölü
 Peru, Titicaca Gölü ve Machu Picchu
Mexico, Güneş Piramiti ve diğer Maya Tapınakları
K. Amerika, Arizona – Sedona
K. Amerika, Shasta Dağı

(Yolculuğun akışına teslim olduğumuzda aklımızı ve yolumuzu esnek tutarak, eksik ya da fazla, planımızdan farklı mekanlara gitmemiz kuvvetle muhtemel.)

=========



Bütünün en yüksek hayrına olsun.

Ve öyle olsun…
Ve Öyle oldu…
Şükürler Olsun





No comments:

Post a Comment

Note: only a member of this blog may post a comment.